Sabahın ilk ışığı Samandağ’ın, Antakya’nın, Yayladağı’nın tozlu yollarına düşerken, bir otobüsün egzoz dumanına karışan umutlar yükselirdi göğe. Bir elvedanın ardından köyün sessizliği biraz daha derinleşir, arkasında annesinin bakışı, cebinde birkaç dua, kalbinde koca bir bilinmezlikle yola koyulurdu genç adamlar.

Hiçbiri, “gidiş”in aslında bir “yok oluş” olduğunu bilmiyordu.
Körfez’in altın sarısı kumları,
nice Hataylı gencin teriyle, gözyaşıyla yoğrulacaktı.
Suudi Arabistan’da bir şantiyenin gölgesinde,
terden ıslanmış gömleğini çıkarıp gökyüzüne bakan işçi,
bir sigara yakar ve kendi kendine fısıldardı:
“Bu kadar uzak olmasaydı ev, belki dayanırdım…”
Orada her şey sıcaktı
güneş, beton, kefilin sesi şeriatın ıslak kırbacı…
Bir tek maaş soğuktu;
aylarca ısınmazdı ellerinde.
Bir kartpostal büyüklüğündeki fotoğraflarda çocukları büyür,
eşinin saçlarına birer birer düşerdi aklar.
Bir mektup, bir ses bandı beklenirdi haftalarca;
ama posta, çöl rüzgârına karışmış bir haber gibiydi — gelmezdi.
Körfez’de geçirilen yıllar,
bir insanın değil, bir sistemin tarihine yazılmıştı:
kapitalizmin en ağır satır aralarına.
Çünkü o gençler, kendi yoksulluğunun değil,
bir başkasının zenginliğinin tuğlasını diziyordu.
Ve sonunda…
kimi bir tabutla döndü memlekete,
kimi birkaç valizle…
ama hiçbiri gittiği gibi dönmedi.
Çünkü göç, sadece bedeni değil, ruhu da sürgün eder.
Yıllar sonra memlekete döndüklerinde,
sokaklar, çocuklukları, hatta diller bile değişmişti.
Evler büyümüştü ama evlerdeki sıcaklık azalmıştı.
Körfez’e gidenler döndü belki,
ama kendilerini orada bırakıp geldiler.
Ve Hatay, her defasında bir oğlunu daha yitirdi.
GERİDE KALANLAR
Ev sessizdi…
Sanki duvarlar bile nefesini tutmuş, bir haber bekliyordu.
Kadınlar sabahları bahçeye çıkar, gözlerini ufka dikerdi;
bir mektup, bir havale, bir ses bandı, bir dönüş umuduyla toprağın rengine bakarlardı.
Her gönderilen para, bir duanın ardından herhangi bir aracı kuyumcuya varırdı.
O parayla çocukların okul defterleri, ayakkabıları, bazen bir torba un alınırdı.
Genellikle boş arsaya bir temel atılırdı;
“Dönünce başımızı sokacak bir yer olsun” diye.
Ama o temel, çoğu zaman hep eksik kaldı —
bir duvar yarım, bir kapı takılmamış, bir çatı ötelenmiş…
Çünkü gelen para, her defasında ya hastalığa, ya borca, ya da kışın yakacağına yeterdi.
Çocuklar büyüyordu, ama babasız bir sessizlikte.
Babalarının sesi, radyodan gelen bir ezgi kadar uzaktı onlara.
Okuldan geldiklerinde annelerinin yorgun ellerine bakar,
Arabistan’dan gönderilen ayakkabıları, yabancı kokulu gömlekleri gururla giyerdi.
Akşam olunca kadınlar radyoyu açar,
sanki o seslerden birinde kocalarının soluğu gizliymiş gibi dinlerdi.
Sonra ellerine aldıkları mektuplara bakar,
“yakında döneceğim” cümlesinin altını parmaklarıyla okşardı —
çünkü o satırda bir ömürlük bekleyiş gizliydi.
Yaşlı anne babalar da beklerdi…
Kapının önünde oturur, gelen her arabanın farına bakardı gözleri.
“Belki bu seferdir” derdi içlerinden,
ama her far, her tekerlek izi bir umudu daha toprağa gömerdi.
Geride kalanlar yalnızca sevdiklerini değil,
kendi gençliklerini de beklemeye gömmüştü.
O evlerin duvarlarında, o temellerde, o çatı kirişlerinde
hem gidenin teri, hem kalanın gözyaşı vardı.
Ve yıllar geçtikçe anlaşıldı ki,
Körfez’de yanarken gidenler,
burada yavaş yavaş sönen kalplerde yaşamayı sürdürdü.
BİR ÜLKENİN SUÇU
Her gidenin ardından, bir devlet sessiz kaldı.
Her temelin altına yalnızca taş değil, ihmal de döşendi.
Hatay’dan Körfez’e uzanan o uzun yol,
aslında bir ülkenin ayıbının haritasıydı.
Bu topraklarda çocuklar, babalarının yüzünü unutarak büyüdü.
Kadınlar,gencecik yaşlarında beş on onbeş seneleri bulan bir hasrete gelin oldu.
Ve meydanlarında her seçim öncesi, aynı vaatler yankılandı:
“Yatırım geliyor, fabrika kurulacak, iş açılacak…”
Ama hiçbir şey gelmedi
yalnızca yeni otobüsler, yeni pasaportlar, yeni vizeler ve gidişler.
Sermaye sahipleri, Körfez’deki inşaatlardan dönen dövizlerle övündü.
Televizyonlar “ekonomiye katkı” manşetleri attı,
ama o dövizin arkasındaki teri, yorgunluğu, özlemi kimse görmedi.
Bir ülke, kendi insanını “ucuz emek” diye ihraç ederken
vicdanını da susturdu.
Körfez çöllerinde dökülen ter,
aslında devletin utancına karışan bir tuz gibiydi.
O tuz, yıllar geçtikçe halkın dilinde acıya dönüştü.
Ve o acı, artık yalnız bir ailenin değil,
bir kuşağın ortak hafızası oldu.
Hatay yıllarca “sınır kenti” denilerek unutuldu.
Yatırımlar kuzeye, imkânlar merkeze aktı.
Bu coğrafya, hep “sabırla bekle” denilerek oyalanan insanların hikâyesine dönüştü.
Ama kimse bilmedi:
sabır, ekmek gibi tükenir;
umut, güneş görmeyen bir tohum gibi çürür.
Bugün hâlâ aynı oyun sürüyor.
Siyasetçiler kürsülerde aynı sözleri söylüyor,
aynı alkışlar yükseliyor,
ama Hatay’ın yüreğinde o eski sessizlik hâlâ aynı:
bir anne duası, bir çocuk özlemi,
dönmeyen yollarda kaybolmuş bir baba…
Artık sormanın zamanı geldi:
Bu düzenin neresinde insan,
neresinde umut kaldı?
Ve daha da önemlisi
bu sessizliğin, bu suskun suçun bedelini kim ödeyecek?
Salim Diyap
@öne çıkar…